Evvel
zaman içinde, kalbur saman içinde, yaşlı dünyamız henüz gencecik iken,
Güneybatı Anadolu’nun uzak bir köşesinde, mutlu bir krallık varmış.
Bugün halen dilden dile günümüze ulaşan çok eski bir efsaneye göre, bu küçücük ülkenin, halkı tarafından sevilen iyi bir kralı; kralın, biri kız biri oğlan ikiz çocukları varmış. Kızının adı Bedya, oğlunun adı ise Dadya imiş. Kral, çocuklarını çok severmiş. Aradan yıllar geçmiş, çocuklar büyümüş, Dadya yakışıklı bir prens, Bedya güzeller güzeli bir prenses olmuş. Kral, iyice yaşlanıp yorgun düştüğünde bu küçük ülkesini ikiye ayırdığı yarımadanın batı kısmını, akşamları temsil eden Bedya’ya, doğu kısmını ise şafakları temsil eden Dadya’ya vermiş. Oğlu ve kızı ülkelerini kavgasız, savaşsız yönetirlerken bir gün kral hastalanmış. Hasta yatağında öleceği günü beklerken çocuklarının ülkesinin gelecek yıllarda da böyle barış ve mutluluk içinde yaşamasını sağlamak için öldükten sonra da onlara göz kulak olmak istemiş. İki prensliğin tam orta yerinde yükselen, uzaktan bakıldığında ilginç bir görünüşü olan, şimdilerde Hacamat Dağı denen dağın yamacında kendisine bir mezar yeri seçmiş. Efsane düşünülerek bu dağa uzaktan dikkatlice bakıldığında, orada yatmakta olan kralın kayalardan oluşan silueti kolayca görülebilmektedir. Kral, o dağın yamacında binlerce yıldır huzur içinde uyumaktadır. Ölümünden sonra da dağın zirvesinden ülkesine ve halkına göz kulak olduğundan yarımadanın topraklarından bereket fışkırmış, halkı mutluluk içinde yaşamıştır. Fakat aradan zaman geçmiş, her ölümlü gibi bu ikiz kardeşler de ömürlerinin sonuna gelip bu dünyaya veda etmişler. Ölümlerinden sonra ülkeleri kendi adlarıyla anılmış; batı kısmına Bedya, doğu kısmına Dadya denmiş.
Bugün halen dilden dile günümüze ulaşan çok eski bir efsaneye göre, bu küçücük ülkenin, halkı tarafından sevilen iyi bir kralı; kralın, biri kız biri oğlan ikiz çocukları varmış. Kızının adı Bedya, oğlunun adı ise Dadya imiş. Kral, çocuklarını çok severmiş. Aradan yıllar geçmiş, çocuklar büyümüş, Dadya yakışıklı bir prens, Bedya güzeller güzeli bir prenses olmuş. Kral, iyice yaşlanıp yorgun düştüğünde bu küçük ülkesini ikiye ayırdığı yarımadanın batı kısmını, akşamları temsil eden Bedya’ya, doğu kısmını ise şafakları temsil eden Dadya’ya vermiş. Oğlu ve kızı ülkelerini kavgasız, savaşsız yönetirlerken bir gün kral hastalanmış. Hasta yatağında öleceği günü beklerken çocuklarının ülkesinin gelecek yıllarda da böyle barış ve mutluluk içinde yaşamasını sağlamak için öldükten sonra da onlara göz kulak olmak istemiş. İki prensliğin tam orta yerinde yükselen, uzaktan bakıldığında ilginç bir görünüşü olan, şimdilerde Hacamat Dağı denen dağın yamacında kendisine bir mezar yeri seçmiş. Efsane düşünülerek bu dağa uzaktan dikkatlice bakıldığında, orada yatmakta olan kralın kayalardan oluşan silueti kolayca görülebilmektedir. Kral, o dağın yamacında binlerce yıldır huzur içinde uyumaktadır. Ölümünden sonra da dağın zirvesinden ülkesine ve halkına göz kulak olduğundan yarımadanın topraklarından bereket fışkırmış, halkı mutluluk içinde yaşamıştır. Fakat aradan zaman geçmiş, her ölümlü gibi bu ikiz kardeşler de ömürlerinin sonuna gelip bu dünyaya veda etmişler. Ölümlerinden sonra ülkeleri kendi adlarıyla anılmış; batı kısmına Bedya, doğu kısmına Dadya denmiş.

İşte
böyle başlamış Datça efsanesi... Bizde kendi efsanemiz için son günlerimizi
geçiriyoruz İstanbul’da. Yapacak çok işimiz, görüşecek bir sürü arkadaşımız
var. Güzel bir heyecan….
Bu
arada Datça hikâyelerim bitmedi. Sırada “Emine teyze ve Bilgisayar” var…
Bekleyin…
Bu
hikâye Nihat Akkaraca’nın yazdığı “Datça’da zaman” adlı kitaptan alıntıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder